26 Aralık 2010 Pazar

Mim! li bir yılsonu yazısı...

Bu nedir diye bir beş dakika bakanayım dedim google ansiklopedisi! ne. Karşımda ntvspor açık öğleden sonra 4te kalkmanın getirdiği spor programlarından uzak kalmayı telafi etmeye çalışıyorum. Sevgili ve Tosun'la gidilen sinema sonrasında ki bu bizim sevgili ile gittiğimiz üçüncü bilemedin dördüncü sinema olabilir(2009 Temmuzdan beri beraberiz, ilginç.)

Neyse konumuz bu değil. An itibari ile rastlaştığım Okanlı Disko Kralı da değil, zira unutmuşum ben o programı. Pek hazlanmasam da kendisine karşı programında bazı bazı kaliteli konular işleyebiliyor zeki ve bir o kadar da küstah beyfendi... Ama konumuz bu da değil..

Konumuz, belki ilk defa olmayan ama benim daha yeni farkettiğim bu mim olayı ile ilgili bir yazı yazmam. Tabi benim de mimleyecek birilerim var mı bilmiyorum. Yani var da benim takip ettiklerim de beni takip ediyorlar mı emin değilim. Bu son cümlede FirstE konu dışıdır, alınma lütfen :)

Şimci efendim hangi sorulara cevap vermem gerekiyor sıradan başlayalım:

*Yeni yıla nasıl ve kimlerle girmek istiyorsunuz ?

Yeni yıla gönül ister ki sevişerek girelim ama sıkıntı olacakmış gibi geliyor ne de olsa nasıl girersen öyle gider(sırıtan kelle), ama yapacak bir şey yok bu konuda. Anne ve babadan ayrı yılbaşıları kutlamaya başlayalı ne kadar oldu bilmiyorum ama yüksek ihtimalle üç ya da dört kez son altı yılda beraber kutladık. Nedendir bilinmez ama insan büyüdükçe daha böyle bir ailden uzaklaşma moduna giriyor, hayırlısı. Yılbaşına muhtemelen sevgilinin evinde ve arkadaşlarımızadn bazıları ile gireceğiz. Şu an için kesin 5 belki 7 kişi olma ihtimalimiz var ama uğramak isteyen olursa kapımız açık olacaktır diye düşünüyoruz, zira hazırlıklarımız 10 kişilik olacak. Her türlü tabu, monopoly, tombala, duruma göre batak ve okey şeklinde zevkli geçecek diye hesaplıyoruz. Fazla miktarlı bira tüketimi ve ilk defa içeceğim tekila geceye ziyansız bir hareket katar diye düşünüyoruz. Tabi mu yazdıklarımın 3 kişi haricinde hepsi planda olması da ayrı konu. Neyse sıradaki sorumuzu alalım


*Yeni yıldan beklentileriniz nelerdir ?

Valla profilimde yazdığım gibi beklenti yok hayal kırıklığı yok lakin haziran sonunda okulumu bitirmiş, eylüle kadar bir işe girmiş ve yüksek lisansta kafamdaki bölümlerden biri üstüne okuyor olmak istiyorum. Onun dışında araba kullanmayı artık öğrenmek iyi olacak zira, daha şikayet etmiyor olsalar da her seferinde yamanmak bazı bazı rahatsız ediyor beni de. Yani ben de kullanabilirim herhalde bilmiyorum, o kadar da zeki olmak gerekmiyor değil mi?


*Yeni yıl sence ne demek ?

Valla bu soru biraz değişik. Diğer günlerden pek bir anlamı yok aslında, ne de olsa içmek için bahane bulan biri değilim. Sırf bu yüzden bile gerekli alkol tüketimini yapabiliyorum lakin insan yeni yıla girerken eski yılı unutmak için olsa gerek sıçana kadar içiyor, yani yoksa başka mantıklı bir açıklama gelmiyor aklıma. Neden bokunu çıkartana kadar içersin ki? Neyse bunu benimde cevaplamam zor biraz ama olsun. Bunlardan başka insanların alışveriş merkezlerine akın edip yıkana kadar doluşmasına da anlam getiremiyorum, hayır yani bizim her hafta gerçekleşen geleneksel sinema günümüze tecavüz ediyorlar gereksiz kalabalık yüzünden.

Ve madem bir anlam yüklemek gerekiyor, aslında bunu başka bir başlık altında yazmayı düşünüyordum ama bu yazı içerisine yedireyim bu sefer. 2 sene önce bir yılbaşı akşamı kendisini anmıştım blogda yine.

Dedeim vefatının 10. yıldönüm olacak bu yılbaşı. Tam on sene önce 1 ocak günü sabah vefat haberini aldığımızda o an ki aklımla bir açıklama getirememiş olsam da şimdi düşününce daha geyik! düşünebiliyorum. Hayatta olsaydı herhalde o da benimgibi yapardı. Son hediyesini verdi mi desem ne desem bilemiyorum ama her yeni yıla bu şekilde giriliyor son 10 yıldır. Dedemin ruhu için bir tek atmak onu onurlandıracaktır diye düşünüyorum, zira rahmetli de severdi rakıyı...


*Yeni yılda ne olursa çok mutlu olursun ?

Parası iyi bir şirkette işe başlarsam... Üniversite de hoca olmanın ilk adımlarını atabilirsem... Spor yönetimi okuyup bir kulüpte işe başlarsam... Bir yarışma programına katılıp ya da bir şans oyunu oynayıp şöyle işimizi görecek bir para kazanabilirsem... Bunlardan biri olursa çok mutlu olacağıma eminim. Tabi sağlık olması ön koşul...


*Yeni yıla dair mesajın nedir ?

Nesem bilemedim, öyle kendimi sosyal mesajlar yağdıracak biri olarak göremiyorum. Ama fazla kasıntı olmayın, insanları küçümsemeyin, kitap okuyun, alkolü fazla kaçırmayın, sevgililer kavga etmeyin ve birbirinizi kırmayın, terli terli soğuk su içmeyin, soğukta kıçınızı üşütmeyin..

Bir de çok beklenti içerisine girip daha sonra hayal kırıklığı yaşamayın, sonra üzülüyorum ben de... Seviyorum la hepinizi, kıyaman...

16 Aralık 2010 Perşembe

Ben bir başlık bulayım şu yazıya

Daha önce başlık koyup sonrasında yazıya başlardım ama bugün değişikilk yapayım dedim an itibari ile. Okula gitmemenin ikamesi olarak önüm iki bilgisayar açık, birinde FM diğerinde blog, karşımda açık LiG TV öyle duruoyrum. Ekmek, peynir, soğan ve zeytin dörtlemesinden sonra açılan maden suyu ile yumrutaları büyütmeye devam ediyorum salonun bir kenarında.

Evet öyle seçenekler arasında sadece bu muhteşem dörtlüyü tercih etmemin sebebi muhtemelen üşengeçlik ile açıklanabilir ama dünuzun bir aradan sonra giriştiğim meyve soyma işleminden sonra- ki bunu annem için yaptım , kendim bir dilim almadım içinden- böyle bir üşengeçlikten bahsetmek mantıklı gelmezdi. Zira elmayı kabuk tek parça kalacak şekilde soymak gibi bir başarıya imza attım, hem de ince keserek. Ve tabi ki portakal da dilimlenerek anneye servis edildi.

Annem kendine yok mu deyince, doğal olarak "sen yaparsan ikimzide yeriz, ben yaparsam sadece sen yersin" şeklinde bir cevap ile kendisini güüldürdümdiye düşüüyorum. Zaten evin içinde en iyi onunla anlaşıyorum, evde sadece üç kişi olduğumuzu belirtmek istiyorum bu arada.

Haşmet Babaoğlu'lu adını önemsemediğim spor programı biterekene saat de yelkovanını üçten ileri götürmekte. Ev, en azından benim malak gibi yayıldığım kısım sebepsiz bir soğuk içerisinde. Bu arada Haşmet'ciğimin programı bitmemiş, reklama girmiş. İlgilenenlere duyurulur.

Ben ne diyecektim, bunları anlatmak için girmedim bloga. Arkadaşın blogunu okuduktan sonra öyle benim de yazasım geldi, verdiği ilhamdan ötürü kendisine teşekkürlerimi sunuyorum efendim.

He ben niye yazıyotdum aklıma geldi, finaller başlayacak iki ya da üç hafta sonra, vizeler bitmiş iki ya da üç hafta oluyor, yedi dersin üçünün notları halla belli olmadı. Olanları da aşağıya sıralayalım içimden geldi.

Managerial Accounting- 90
Turkish Economy- 30
History of Economic Thought-- 68
Economics Growth - 61

En aktif olduğum iki dersten birinden 30 diğerinden 68 almış olmak biraz içimi burktu ama 50'den devşirme 90 için hislerimi anlatmakta zorlanıyorum. Geriye kalan üç dersimin notlarını da merakla ve bir o kadar da sinirle beklemekteyim. Ulan hocalar!! Notları söyleyin ki daha sşzşn derslere çalışmak için gerekli motivasyonu sağlamaya çalışıcam. Her ne kadar sınavlardan bir gün önce, çok ufak bir ihtimal iki gün önce çalışan bir insan olarak o çalışmaların motivasyonu için çok daha uzun bir süre gerekiyor bendenize.

Bu yazı burada bitsin, ben şimdi bir başlık bulayım bu yazıya hatta buldum..

"ben bir başlık bulayım şu yazıya"

10 Aralık 2010 Cuma

Kaleci

Galeano'nun Gölgede ve Güneşte Futbol adlı kitabında okumaktan en çok haz aldığım ve zaamanında fazlasıyla yaptığım bu görevi çok da güzel anlatan bir yazıdır "kaleci", sizinle paylaşıyorum...

Ona file bekçisi denildiği de olur. Aslında kade kurbanı, mahkum ya da şamar oğlanı da denilebilirdi. Onun bastığı yerde bir daha çim çıkmadığı söylenir.

O yapayalnızdır. Oyunu hep uzaktan izler. Hedef mekandan ayrılmaksızın üç direğin arasında idmanı bekler. Eskiden hakem gibi , siyahlara bürünürlerdi. Artık hakemler kara karga kıyafetleriyle çıkmıyorlar sahaya, kaleciler de renkli fantezilerle süslüyorlar yalnızlıklarını.

O gol atmaz. Onun varoluş nedeni gol atılmasını engellemektir. Gol futbolun bayramıdır, golcü mutluluklar yaratır, kaleci ise bozguncudur, oyunbozandır.

Sırtında bir numaralı formayı taşır. İlk ödüllendirilen asla o olmaz. O her zaman ilk suçludur. Kaleci her zaman suçludur. Suçu olmasa da fatura ona çıkarılır. Oyunculardan biri dokuz kusurlu hareketten birini yaptığında ceza yine ona verilir. Bomboş alanın ortasında, cellatıyla baş başa kalır. Takımların kötüolduğu günlerde de kabal onların başında patlar, şut sağanağı altında başkalarının günalarını çekerler.

Öbür futbolcular bir ya da birkaç kez affedilmez hata yapabilirler; ama her zaman milimetrik bir pasla, güzel bir çalımla ya da isabetli bir şutla kendilerini affettirebilirler. Onun böyle bir olanağı yoktur. Seyirci kaleciyi affetmez. Yanlış mı çıktı? Bacak arası mı yedi? Top elinden mi kaydı? Çelik parmaklar pamuğa mı dönüştü? Kaleci bir tek hatasıyla bir maçı mahvedebilir., bir şampiyona onun bir yanlışıyla kaybedilebilir. İşte o zaman seyirci kitlesi onun tüm başarılarını bir anda unutuverir ve onu günah keçisi olarak ilan eder. Kara talihi ömrünün sonuna dek onu terk etmeyecektir.

Gol...

Gol futbolun orgazmıdır. Orgazm gibi gol de modern yaşamda gitigide daha az görülmektedir.
Yarım yüzıl önce pek az maç golsüz beraberlikle sonuçlanırdı. 0-0, havaya açıçmış ağızlar, iki esneyiş. Şimdilerde on bir oyuncunun on biri de kale direklerine asılmış, gol yememeye çalışıyorlar; doğal olarak da gol atmaya vakit kalmıyor.
Beyaz merminin ağları her havalandırışında ortaya konan seinç, esrarengiz bir olgu ya da çılgılık olarak algılanabilir; ancak bu mucizenin de pek az gerçekleştiğini unutmamak gerekir. Gol küçücük, önemsiz bir gol de olsa, radyo spikerlerinin gırtlağından hep"Gooooooool!" olarak çıkar. Benim diyen kulağı sağır edebilecek, yürekten bir haykırıştır bu. Seyirciler çılgına döner ve stadyum, beton olduğunu unutarak yerden kopar, havalara uçar.



*Eduardo Galeano'nun Gölgede ve Güneşte Futbol adlı eserinden alınmıştır.

8 Aralık 2010 Çarşamba

Taraftar

Taraftar, haftada bir kez evinden kaçar ve stadyumun yolunu tutar.

Bayraklar sallanır, kayananzırıltıları öter, maytaplar atılır, davullar çalınır, konfetiler yağar gökyüzünden. Kent yok olur, rutin olan her şey unutulur, gerçek olan tek şey tapınaktır. Bu kutsal alanda, ateisti olmayan tek dinin kutsal yönleri seyredilir. Taraftarlar, bu mücadeleyi canlı olarak görebilmek için bu hac yolculuğunu yerine getirir.

Taraftar, burada yumruklarını sıkar, yutkunur, içine zehri akıtır, şapkasını kemirir, dualar ve lanetler okur. Bir anda gırtlağını yırtarcasına haykırır, pire gibi sıçrar ve yanında 'gol' diye bağıran yabancıya sarılır. Bu pagan ritüel boyunca taraftar, topluluğun bir parçasıdır. Binlerce inananla birlikte, en iyi takımın onlarınki olduğuna, tüm hakemlerin satılmış ve tüm rakiplerin şikeci olduklarına kesinlikle inanır.

Bir taraftarın, "Bugün benim takımım oynuyor," dediği pek görülmez. Çoğunlukla "Biz oynuyoruz" denir. On ikinci oyuncu, top durduğu zaman, onu harekete geçiren ateşli rüzgarın kendi nefesi olduğunu bilir. Öbür on bir oyuncu da aynı şekilde, taraftarsız bir maçın, müziksiz dans etmeye benzeyeceğini bilirler.

Maç bittiğinde taraftarlar tribünlerden ayrılmazlar ve "Ne gol yağmuruydu ama!" "Canlarına okuduk!" nidalarıyla zaferlerini ya da "Yine perişan ettiler bizi," "Hırsız hakem!" gibi ifadelerle bozgunlarını dile getirirler. Biraz sonra güneş batar, taraftar da evine döner. Boşalan stadyumun üzerine gölgeler düşer. Sesler be ışıklar yitip giderken, çimento sıraların üzerinde cılız birkaç ateş kalır. Stadyum da, taraftar da kendileriyle baş başa kalırlar. 'Biz' yerine yeniden 'ben' olurlar. Taraftar uzaklaşır, dağılır ve kaybolur; pazar günleri karnaval sonrası çarşamba günleri gibi hüzünlüdür.



*Eduardo Galeano'nun Gölgede ve Güneşte Futbol adlı eserinden alınmıştır.

7 Aralık 2010 Salı

Ülkemizdeki GSE'ler

Başlangıç olarak bu konu hakkında yazmaya teşvik eden sevgili FirstE ye teşekkürlerimi sunuyorum...

Bu hafta maçların sonuçların çok önceleri hakkında uzun uzun muhabbetler döndü.. Sabah akşam futbol konulu programlarda Pazar günü öğleden sonra oynanan Beşiktaş- Bursaspor öncesi yaşanan, olması önceden çok olası kavga hakkında konuştular. Kimi suçu yönetimlere, kimi azgın taraftarlara kimi de ogerçekleşeceği bu kadar belli bir olaya karşı el elin eşeğini türkü çığırarak arar misali yaklaşan emniyet teşkilatına yükledi...

Sorun nerede idi? Bu olayın sosyo kültürel ya da vs... nedenlerine derin bir analiz yapmayacağım, ya da belki yaparım... Olayı taraflar açısından tek tek değerlendirmek daha yararlı olur diye düşünmekteyim..

Önce olayın başrolündeki arkadaşlardan başlayalım, yani taraftarlardan... Bu arada bu blogun bir futbol bloguna dönmesi uzun vadede iyi midir değil midir bilemem, zira o kadar şey okuyup da sadece futbol hakkında bir şeyler yazmak ikinci ve üçüncü tekillere hakkımda yanlış bir izlenim bıraksın istemem, neyse konumuza dönelim. Taraftarlarda kalmıştık; hani şu her maça satırlar, döner bıçakları, kelebekler vs.. her türlü kesici ve delici alet edebatla gelen naif! insan topluluğu... Daha geçen seneki derbilerin birinde baba kız ismi lazım olmayan bir taraftar topluluğu arasında kalmıştı. Aklıma Green Street Hooligans adlı film gelmişti; orada da Milwall takımının önemli bir taraftar grubunun "reis"i oğlunu, taraftarlar! arası bir kavgada kaybetmişti, oldukça ironik bir durum.

Pazar günü de kafasına bira şişesi yiyeni, beline bıçak saplananı, oradan buradan bulduğu taşı fırlatını, stadyum koltukları söküp parçalayanı, sahaya inip deli danalar gibi sağa sola koşuşturanı... Eğitimsizlik filan diyecem ama fazla televizyonda aydınvari bir söylev çekmiş olabilir. Bu işin eğitimi okulda değil en azından bunu biliyoruz, aile desem hangi anne baba takım için git oğlum kızım dal gözü kaşı patlat canın sağ olsun der onu da bilemedim... Bizim insanımızda bazı bazı kendimde de olan bir sorun, bazı şeyleri sahiplernirken bokunu çıkarıyoruz arkadaşım. Yani sonuç olarak bunlar sana para kazandırmıyor, üstüne dayak yiyip bir de hastane ilaç parası filan çıkarıyorsun ek masraf, ağrısı sızısı cabası.. Bbir de götün donuyor soğukta yeri geliyor.. Bu öyle bir aşktır ki para pul ile ölçülmez filan edebiyatı bir yere kadar, tamam paranın da satın alamayacağı şeyler vardır ama cesaret ile aptallık arsındaki ince çizginin aptallık tarafına doğru götüm götüm yanaşmak da neyin nesidir.

Ben bu kendini bu türlü şeylere fazla kaptırma olayını belirli bir komüne dahil olma çabasındaki yalnız bireylerin kendilerini dışarı vurma çabası olarak yorumlamaktan yanayım. Kendi çevresinde yeteri kadar hissedemedği aidiyet duygusunu taraftarlıktan fanatikliğe hatta holiganlığa götürebilecek kadar sahipleniyor renklere olan sevgisini. Bu azgın arkadaşlar ile ilgili daha fazla da şey söylenebilir ama özetle bu ruh halleri diye düşünüyorum.

Gelelim kulüplere, muhtemelen bazı taraftar gruplarına tezgah altı bilet sağlamaları ve günler öncesinden böyle olası bir olayı yumuşatma olayına gitmemeleri ve sonrasında sadece bizim suçumuz yok bize niye gibisinden ilkokulda ama ilk saçımı çekti, ama o tükürdü tadında cevaplar da böyle büyük! kulüp-lere yakışmamakta.

Ve gelelim emniyet teşkilatına... 50 kişilik öğrenci protestosuna 250 polisle müdahale edip, yine 30 kişilik bir basın açıklaması için Beyazıd Meydanı'na 1 panzer 2 çevik kuvvet otobüsü şeklinde gelen sevgili! emniyet neden 2000 kişilik holigan yavrularını, kanlı bıçaklı olduklarını bilerek evsahibi takım taraftarı ile aynı anda arada sadece 30-45 metre mesafe varken sokmaya çalışır. Bunun bir sonra girişi olmasa da önce girişi olmaz... Ya da futbolun ilkelerinde kendilerini aşmış olarak gördüğüm İngilizler gibi stad ve çevresine daha fazla kamera, olayı çıkaran taraftarlara daha ağır ve caydırıcı para ve hapis cezası verilmez.

Bu daha böyle gider ama bir daha hazır değiliz diye beceremediğimiz her şeyi yasaklarsak zaten daha da medeni olamayız. Medeniyete kimse hazır olmuyor zaten, medeniyeti ve o medeniyete uyup uymama durumlarındaki gerekli yaptırımlarla karşılaşa karşılaşa ehlileşip medenileşiyor. Eğer uymuyorsa uyacak şekilde yönlendirmeyi bileceksiniz başka yolu yok... Şimdilik bu kadar yazıp daha ayrıntılı bir inceleme yapıp yapmayacağımı sizinle beraber göreceğim. Yine bloguma url kısmında ilham veren kitap içinden bir iki konu hakkında yazılar koymaya da şimdi karar verdim. Daha önce sölediğim gibi futbol aşktır...

Ama aşka kötü davranıp onu kanatmak olmaz...

6 Aralık 2010 Pazartesi

formspring.me

http://formspring.me/golgedeguneste

He ya valla komşuda gördüm ilk defa bu kadar özendim, ben de hemen üye oldum. Belkim soran olur cevaplarız...

Top oynamam lazım...

Başlık cins olabilir ama üç haftadır maç yapmayan bir futbol aşığı olarak depresyona girmek üzereyim. Benim haftanın geri kalan ksımını ruh sağlığım yerinde geçirebilmem için sağımın solumun ağrıması, ter atmam, iki topa vurmam, duruma göre iki top tutmam lazım... Öbür türlü asabi oluyorum, agresif takılıyorum, sıkıntı yapıyorum, kilo alıyorum, kaşıntı bile oluyor...

Şaka bir yana benim maç yapmam lazım, öbür türlü psikolojim bozulacak...

1 Aralık 2010 Çarşamba

Behzat Ç. Bir Ankara Polisiyesi- 2

Bu haftaki bölümün bitmesine kala yine behzat kendi iç çatışmalarından birini yaşıyor. Bir yandan sevdiği kadının da kendisine karşı boş olmadığını biliyor, ama kendisi olmuş mesleği ile evli olunamayacağı öngörüsü onu delirtiyor. Az önce parçaladığı telsizi de bunun bir göstergesi; lanet olsun mesleğime diyor lanet olsun akademiye giren o ayaklara... Mesleği ile arasında o kadar saydam ve ince bir çizgi var ki...

Ya da en başa gelelim tekrar, mesleğini tam anlamı ile yerine getirme uğruna kendi yönetimlerini kullanan bir insanın aslında özünde iyi olmasına rağmen karakterinde yaşadığı erezyon daha doğru olur bu durum için. Ve bu erozyon çevresindekilerin ondan soğumasına ve ondan uzaklaşmasına nede oluyor. Kötüleri yakalamak için kötüleşen ve sonunda iyi olmayı unutan ya da hiç bir zaman iyi olmak için uğraşmayan bu adam bu kimi zaman kabaran vurdumduymazlığı yüzünden gençlik aşkını kaybediyor, yine mesleği gereği ailesi cesetler ve mesai arkadaşları olan Behzat ailesinden oluyor, hayatta en sevdiği kadın olan Berna intihar ediyor ve şimdi de gençlik aşkı ile yeni ikinci "bahar"ını yaşamak isterken bir kez daha hayal kırıklığı yaşıyor.

En iyi yaptığı şey aslında onun lanetinden başka bir şey değil, Behzat Ç kötülüklerle uğraşırken kötü kalmamayı başaramayan bir polis...

Şimdi bunları neden yazdım ben de bilmiyorum, ama bu adamda kendimden fazlasıyla bir şey buluyorum, büyük ihtimalle de hayatta yapmış olduğumuz seçilerin bizi nereye götürdüğü ile alakalı olsa gerek...

Bitirişi yine bir replikten vereyim : Benimle ilgili hiçbir şeyi de ben istemedim..."