26 Aralık 2010 Pazar

Mim! li bir yılsonu yazısı...

Bu nedir diye bir beş dakika bakanayım dedim google ansiklopedisi! ne. Karşımda ntvspor açık öğleden sonra 4te kalkmanın getirdiği spor programlarından uzak kalmayı telafi etmeye çalışıyorum. Sevgili ve Tosun'la gidilen sinema sonrasında ki bu bizim sevgili ile gittiğimiz üçüncü bilemedin dördüncü sinema olabilir(2009 Temmuzdan beri beraberiz, ilginç.)

Neyse konumuz bu değil. An itibari ile rastlaştığım Okanlı Disko Kralı da değil, zira unutmuşum ben o programı. Pek hazlanmasam da kendisine karşı programında bazı bazı kaliteli konular işleyebiliyor zeki ve bir o kadar da küstah beyfendi... Ama konumuz bu da değil..

Konumuz, belki ilk defa olmayan ama benim daha yeni farkettiğim bu mim olayı ile ilgili bir yazı yazmam. Tabi benim de mimleyecek birilerim var mı bilmiyorum. Yani var da benim takip ettiklerim de beni takip ediyorlar mı emin değilim. Bu son cümlede FirstE konu dışıdır, alınma lütfen :)

Şimci efendim hangi sorulara cevap vermem gerekiyor sıradan başlayalım:

*Yeni yıla nasıl ve kimlerle girmek istiyorsunuz ?

Yeni yıla gönül ister ki sevişerek girelim ama sıkıntı olacakmış gibi geliyor ne de olsa nasıl girersen öyle gider(sırıtan kelle), ama yapacak bir şey yok bu konuda. Anne ve babadan ayrı yılbaşıları kutlamaya başlayalı ne kadar oldu bilmiyorum ama yüksek ihtimalle üç ya da dört kez son altı yılda beraber kutladık. Nedendir bilinmez ama insan büyüdükçe daha böyle bir ailden uzaklaşma moduna giriyor, hayırlısı. Yılbaşına muhtemelen sevgilinin evinde ve arkadaşlarımızadn bazıları ile gireceğiz. Şu an için kesin 5 belki 7 kişi olma ihtimalimiz var ama uğramak isteyen olursa kapımız açık olacaktır diye düşünüyoruz, zira hazırlıklarımız 10 kişilik olacak. Her türlü tabu, monopoly, tombala, duruma göre batak ve okey şeklinde zevkli geçecek diye hesaplıyoruz. Fazla miktarlı bira tüketimi ve ilk defa içeceğim tekila geceye ziyansız bir hareket katar diye düşünüyoruz. Tabi mu yazdıklarımın 3 kişi haricinde hepsi planda olması da ayrı konu. Neyse sıradaki sorumuzu alalım


*Yeni yıldan beklentileriniz nelerdir ?

Valla profilimde yazdığım gibi beklenti yok hayal kırıklığı yok lakin haziran sonunda okulumu bitirmiş, eylüle kadar bir işe girmiş ve yüksek lisansta kafamdaki bölümlerden biri üstüne okuyor olmak istiyorum. Onun dışında araba kullanmayı artık öğrenmek iyi olacak zira, daha şikayet etmiyor olsalar da her seferinde yamanmak bazı bazı rahatsız ediyor beni de. Yani ben de kullanabilirim herhalde bilmiyorum, o kadar da zeki olmak gerekmiyor değil mi?


*Yeni yıl sence ne demek ?

Valla bu soru biraz değişik. Diğer günlerden pek bir anlamı yok aslında, ne de olsa içmek için bahane bulan biri değilim. Sırf bu yüzden bile gerekli alkol tüketimini yapabiliyorum lakin insan yeni yıla girerken eski yılı unutmak için olsa gerek sıçana kadar içiyor, yani yoksa başka mantıklı bir açıklama gelmiyor aklıma. Neden bokunu çıkartana kadar içersin ki? Neyse bunu benimde cevaplamam zor biraz ama olsun. Bunlardan başka insanların alışveriş merkezlerine akın edip yıkana kadar doluşmasına da anlam getiremiyorum, hayır yani bizim her hafta gerçekleşen geleneksel sinema günümüze tecavüz ediyorlar gereksiz kalabalık yüzünden.

Ve madem bir anlam yüklemek gerekiyor, aslında bunu başka bir başlık altında yazmayı düşünüyordum ama bu yazı içerisine yedireyim bu sefer. 2 sene önce bir yılbaşı akşamı kendisini anmıştım blogda yine.

Dedeim vefatının 10. yıldönüm olacak bu yılbaşı. Tam on sene önce 1 ocak günü sabah vefat haberini aldığımızda o an ki aklımla bir açıklama getirememiş olsam da şimdi düşününce daha geyik! düşünebiliyorum. Hayatta olsaydı herhalde o da benimgibi yapardı. Son hediyesini verdi mi desem ne desem bilemiyorum ama her yeni yıla bu şekilde giriliyor son 10 yıldır. Dedemin ruhu için bir tek atmak onu onurlandıracaktır diye düşünüyorum, zira rahmetli de severdi rakıyı...


*Yeni yılda ne olursa çok mutlu olursun ?

Parası iyi bir şirkette işe başlarsam... Üniversite de hoca olmanın ilk adımlarını atabilirsem... Spor yönetimi okuyup bir kulüpte işe başlarsam... Bir yarışma programına katılıp ya da bir şans oyunu oynayıp şöyle işimizi görecek bir para kazanabilirsem... Bunlardan biri olursa çok mutlu olacağıma eminim. Tabi sağlık olması ön koşul...


*Yeni yıla dair mesajın nedir ?

Nesem bilemedim, öyle kendimi sosyal mesajlar yağdıracak biri olarak göremiyorum. Ama fazla kasıntı olmayın, insanları küçümsemeyin, kitap okuyun, alkolü fazla kaçırmayın, sevgililer kavga etmeyin ve birbirinizi kırmayın, terli terli soğuk su içmeyin, soğukta kıçınızı üşütmeyin..

Bir de çok beklenti içerisine girip daha sonra hayal kırıklığı yaşamayın, sonra üzülüyorum ben de... Seviyorum la hepinizi, kıyaman...

16 Aralık 2010 Perşembe

Ben bir başlık bulayım şu yazıya

Daha önce başlık koyup sonrasında yazıya başlardım ama bugün değişikilk yapayım dedim an itibari ile. Okula gitmemenin ikamesi olarak önüm iki bilgisayar açık, birinde FM diğerinde blog, karşımda açık LiG TV öyle duruoyrum. Ekmek, peynir, soğan ve zeytin dörtlemesinden sonra açılan maden suyu ile yumrutaları büyütmeye devam ediyorum salonun bir kenarında.

Evet öyle seçenekler arasında sadece bu muhteşem dörtlüyü tercih etmemin sebebi muhtemelen üşengeçlik ile açıklanabilir ama dünuzun bir aradan sonra giriştiğim meyve soyma işleminden sonra- ki bunu annem için yaptım , kendim bir dilim almadım içinden- böyle bir üşengeçlikten bahsetmek mantıklı gelmezdi. Zira elmayı kabuk tek parça kalacak şekilde soymak gibi bir başarıya imza attım, hem de ince keserek. Ve tabi ki portakal da dilimlenerek anneye servis edildi.

Annem kendine yok mu deyince, doğal olarak "sen yaparsan ikimzide yeriz, ben yaparsam sadece sen yersin" şeklinde bir cevap ile kendisini güüldürdümdiye düşüüyorum. Zaten evin içinde en iyi onunla anlaşıyorum, evde sadece üç kişi olduğumuzu belirtmek istiyorum bu arada.

Haşmet Babaoğlu'lu adını önemsemediğim spor programı biterekene saat de yelkovanını üçten ileri götürmekte. Ev, en azından benim malak gibi yayıldığım kısım sebepsiz bir soğuk içerisinde. Bu arada Haşmet'ciğimin programı bitmemiş, reklama girmiş. İlgilenenlere duyurulur.

Ben ne diyecektim, bunları anlatmak için girmedim bloga. Arkadaşın blogunu okuduktan sonra öyle benim de yazasım geldi, verdiği ilhamdan ötürü kendisine teşekkürlerimi sunuyorum efendim.

He ben niye yazıyotdum aklıma geldi, finaller başlayacak iki ya da üç hafta sonra, vizeler bitmiş iki ya da üç hafta oluyor, yedi dersin üçünün notları halla belli olmadı. Olanları da aşağıya sıralayalım içimden geldi.

Managerial Accounting- 90
Turkish Economy- 30
History of Economic Thought-- 68
Economics Growth - 61

En aktif olduğum iki dersten birinden 30 diğerinden 68 almış olmak biraz içimi burktu ama 50'den devşirme 90 için hislerimi anlatmakta zorlanıyorum. Geriye kalan üç dersimin notlarını da merakla ve bir o kadar da sinirle beklemekteyim. Ulan hocalar!! Notları söyleyin ki daha sşzşn derslere çalışmak için gerekli motivasyonu sağlamaya çalışıcam. Her ne kadar sınavlardan bir gün önce, çok ufak bir ihtimal iki gün önce çalışan bir insan olarak o çalışmaların motivasyonu için çok daha uzun bir süre gerekiyor bendenize.

Bu yazı burada bitsin, ben şimdi bir başlık bulayım bu yazıya hatta buldum..

"ben bir başlık bulayım şu yazıya"

10 Aralık 2010 Cuma

Kaleci

Galeano'nun Gölgede ve Güneşte Futbol adlı kitabında okumaktan en çok haz aldığım ve zaamanında fazlasıyla yaptığım bu görevi çok da güzel anlatan bir yazıdır "kaleci", sizinle paylaşıyorum...

Ona file bekçisi denildiği de olur. Aslında kade kurbanı, mahkum ya da şamar oğlanı da denilebilirdi. Onun bastığı yerde bir daha çim çıkmadığı söylenir.

O yapayalnızdır. Oyunu hep uzaktan izler. Hedef mekandan ayrılmaksızın üç direğin arasında idmanı bekler. Eskiden hakem gibi , siyahlara bürünürlerdi. Artık hakemler kara karga kıyafetleriyle çıkmıyorlar sahaya, kaleciler de renkli fantezilerle süslüyorlar yalnızlıklarını.

O gol atmaz. Onun varoluş nedeni gol atılmasını engellemektir. Gol futbolun bayramıdır, golcü mutluluklar yaratır, kaleci ise bozguncudur, oyunbozandır.

Sırtında bir numaralı formayı taşır. İlk ödüllendirilen asla o olmaz. O her zaman ilk suçludur. Kaleci her zaman suçludur. Suçu olmasa da fatura ona çıkarılır. Oyunculardan biri dokuz kusurlu hareketten birini yaptığında ceza yine ona verilir. Bomboş alanın ortasında, cellatıyla baş başa kalır. Takımların kötüolduğu günlerde de kabal onların başında patlar, şut sağanağı altında başkalarının günalarını çekerler.

Öbür futbolcular bir ya da birkaç kez affedilmez hata yapabilirler; ama her zaman milimetrik bir pasla, güzel bir çalımla ya da isabetli bir şutla kendilerini affettirebilirler. Onun böyle bir olanağı yoktur. Seyirci kaleciyi affetmez. Yanlış mı çıktı? Bacak arası mı yedi? Top elinden mi kaydı? Çelik parmaklar pamuğa mı dönüştü? Kaleci bir tek hatasıyla bir maçı mahvedebilir., bir şampiyona onun bir yanlışıyla kaybedilebilir. İşte o zaman seyirci kitlesi onun tüm başarılarını bir anda unutuverir ve onu günah keçisi olarak ilan eder. Kara talihi ömrünün sonuna dek onu terk etmeyecektir.

Gol...

Gol futbolun orgazmıdır. Orgazm gibi gol de modern yaşamda gitigide daha az görülmektedir.
Yarım yüzıl önce pek az maç golsüz beraberlikle sonuçlanırdı. 0-0, havaya açıçmış ağızlar, iki esneyiş. Şimdilerde on bir oyuncunun on biri de kale direklerine asılmış, gol yememeye çalışıyorlar; doğal olarak da gol atmaya vakit kalmıyor.
Beyaz merminin ağları her havalandırışında ortaya konan seinç, esrarengiz bir olgu ya da çılgılık olarak algılanabilir; ancak bu mucizenin de pek az gerçekleştiğini unutmamak gerekir. Gol küçücük, önemsiz bir gol de olsa, radyo spikerlerinin gırtlağından hep"Gooooooool!" olarak çıkar. Benim diyen kulağı sağır edebilecek, yürekten bir haykırıştır bu. Seyirciler çılgına döner ve stadyum, beton olduğunu unutarak yerden kopar, havalara uçar.



*Eduardo Galeano'nun Gölgede ve Güneşte Futbol adlı eserinden alınmıştır.

8 Aralık 2010 Çarşamba

Taraftar

Taraftar, haftada bir kez evinden kaçar ve stadyumun yolunu tutar.

Bayraklar sallanır, kayananzırıltıları öter, maytaplar atılır, davullar çalınır, konfetiler yağar gökyüzünden. Kent yok olur, rutin olan her şey unutulur, gerçek olan tek şey tapınaktır. Bu kutsal alanda, ateisti olmayan tek dinin kutsal yönleri seyredilir. Taraftarlar, bu mücadeleyi canlı olarak görebilmek için bu hac yolculuğunu yerine getirir.

Taraftar, burada yumruklarını sıkar, yutkunur, içine zehri akıtır, şapkasını kemirir, dualar ve lanetler okur. Bir anda gırtlağını yırtarcasına haykırır, pire gibi sıçrar ve yanında 'gol' diye bağıran yabancıya sarılır. Bu pagan ritüel boyunca taraftar, topluluğun bir parçasıdır. Binlerce inananla birlikte, en iyi takımın onlarınki olduğuna, tüm hakemlerin satılmış ve tüm rakiplerin şikeci olduklarına kesinlikle inanır.

Bir taraftarın, "Bugün benim takımım oynuyor," dediği pek görülmez. Çoğunlukla "Biz oynuyoruz" denir. On ikinci oyuncu, top durduğu zaman, onu harekete geçiren ateşli rüzgarın kendi nefesi olduğunu bilir. Öbür on bir oyuncu da aynı şekilde, taraftarsız bir maçın, müziksiz dans etmeye benzeyeceğini bilirler.

Maç bittiğinde taraftarlar tribünlerden ayrılmazlar ve "Ne gol yağmuruydu ama!" "Canlarına okuduk!" nidalarıyla zaferlerini ya da "Yine perişan ettiler bizi," "Hırsız hakem!" gibi ifadelerle bozgunlarını dile getirirler. Biraz sonra güneş batar, taraftar da evine döner. Boşalan stadyumun üzerine gölgeler düşer. Sesler be ışıklar yitip giderken, çimento sıraların üzerinde cılız birkaç ateş kalır. Stadyum da, taraftar da kendileriyle baş başa kalırlar. 'Biz' yerine yeniden 'ben' olurlar. Taraftar uzaklaşır, dağılır ve kaybolur; pazar günleri karnaval sonrası çarşamba günleri gibi hüzünlüdür.



*Eduardo Galeano'nun Gölgede ve Güneşte Futbol adlı eserinden alınmıştır.

7 Aralık 2010 Salı

Ülkemizdeki GSE'ler

Başlangıç olarak bu konu hakkında yazmaya teşvik eden sevgili FirstE ye teşekkürlerimi sunuyorum...

Bu hafta maçların sonuçların çok önceleri hakkında uzun uzun muhabbetler döndü.. Sabah akşam futbol konulu programlarda Pazar günü öğleden sonra oynanan Beşiktaş- Bursaspor öncesi yaşanan, olması önceden çok olası kavga hakkında konuştular. Kimi suçu yönetimlere, kimi azgın taraftarlara kimi de ogerçekleşeceği bu kadar belli bir olaya karşı el elin eşeğini türkü çığırarak arar misali yaklaşan emniyet teşkilatına yükledi...

Sorun nerede idi? Bu olayın sosyo kültürel ya da vs... nedenlerine derin bir analiz yapmayacağım, ya da belki yaparım... Olayı taraflar açısından tek tek değerlendirmek daha yararlı olur diye düşünmekteyim..

Önce olayın başrolündeki arkadaşlardan başlayalım, yani taraftarlardan... Bu arada bu blogun bir futbol bloguna dönmesi uzun vadede iyi midir değil midir bilemem, zira o kadar şey okuyup da sadece futbol hakkında bir şeyler yazmak ikinci ve üçüncü tekillere hakkımda yanlış bir izlenim bıraksın istemem, neyse konumuza dönelim. Taraftarlarda kalmıştık; hani şu her maça satırlar, döner bıçakları, kelebekler vs.. her türlü kesici ve delici alet edebatla gelen naif! insan topluluğu... Daha geçen seneki derbilerin birinde baba kız ismi lazım olmayan bir taraftar topluluğu arasında kalmıştı. Aklıma Green Street Hooligans adlı film gelmişti; orada da Milwall takımının önemli bir taraftar grubunun "reis"i oğlunu, taraftarlar! arası bir kavgada kaybetmişti, oldukça ironik bir durum.

Pazar günü de kafasına bira şişesi yiyeni, beline bıçak saplananı, oradan buradan bulduğu taşı fırlatını, stadyum koltukları söküp parçalayanı, sahaya inip deli danalar gibi sağa sola koşuşturanı... Eğitimsizlik filan diyecem ama fazla televizyonda aydınvari bir söylev çekmiş olabilir. Bu işin eğitimi okulda değil en azından bunu biliyoruz, aile desem hangi anne baba takım için git oğlum kızım dal gözü kaşı patlat canın sağ olsun der onu da bilemedim... Bizim insanımızda bazı bazı kendimde de olan bir sorun, bazı şeyleri sahiplernirken bokunu çıkarıyoruz arkadaşım. Yani sonuç olarak bunlar sana para kazandırmıyor, üstüne dayak yiyip bir de hastane ilaç parası filan çıkarıyorsun ek masraf, ağrısı sızısı cabası.. Bbir de götün donuyor soğukta yeri geliyor.. Bu öyle bir aşktır ki para pul ile ölçülmez filan edebiyatı bir yere kadar, tamam paranın da satın alamayacağı şeyler vardır ama cesaret ile aptallık arsındaki ince çizginin aptallık tarafına doğru götüm götüm yanaşmak da neyin nesidir.

Ben bu kendini bu türlü şeylere fazla kaptırma olayını belirli bir komüne dahil olma çabasındaki yalnız bireylerin kendilerini dışarı vurma çabası olarak yorumlamaktan yanayım. Kendi çevresinde yeteri kadar hissedemedği aidiyet duygusunu taraftarlıktan fanatikliğe hatta holiganlığa götürebilecek kadar sahipleniyor renklere olan sevgisini. Bu azgın arkadaşlar ile ilgili daha fazla da şey söylenebilir ama özetle bu ruh halleri diye düşünüyorum.

Gelelim kulüplere, muhtemelen bazı taraftar gruplarına tezgah altı bilet sağlamaları ve günler öncesinden böyle olası bir olayı yumuşatma olayına gitmemeleri ve sonrasında sadece bizim suçumuz yok bize niye gibisinden ilkokulda ama ilk saçımı çekti, ama o tükürdü tadında cevaplar da böyle büyük! kulüp-lere yakışmamakta.

Ve gelelim emniyet teşkilatına... 50 kişilik öğrenci protestosuna 250 polisle müdahale edip, yine 30 kişilik bir basın açıklaması için Beyazıd Meydanı'na 1 panzer 2 çevik kuvvet otobüsü şeklinde gelen sevgili! emniyet neden 2000 kişilik holigan yavrularını, kanlı bıçaklı olduklarını bilerek evsahibi takım taraftarı ile aynı anda arada sadece 30-45 metre mesafe varken sokmaya çalışır. Bunun bir sonra girişi olmasa da önce girişi olmaz... Ya da futbolun ilkelerinde kendilerini aşmış olarak gördüğüm İngilizler gibi stad ve çevresine daha fazla kamera, olayı çıkaran taraftarlara daha ağır ve caydırıcı para ve hapis cezası verilmez.

Bu daha böyle gider ama bir daha hazır değiliz diye beceremediğimiz her şeyi yasaklarsak zaten daha da medeni olamayız. Medeniyete kimse hazır olmuyor zaten, medeniyeti ve o medeniyete uyup uymama durumlarındaki gerekli yaptırımlarla karşılaşa karşılaşa ehlileşip medenileşiyor. Eğer uymuyorsa uyacak şekilde yönlendirmeyi bileceksiniz başka yolu yok... Şimdilik bu kadar yazıp daha ayrıntılı bir inceleme yapıp yapmayacağımı sizinle beraber göreceğim. Yine bloguma url kısmında ilham veren kitap içinden bir iki konu hakkında yazılar koymaya da şimdi karar verdim. Daha önce sölediğim gibi futbol aşktır...

Ama aşka kötü davranıp onu kanatmak olmaz...

6 Aralık 2010 Pazartesi

formspring.me

http://formspring.me/golgedeguneste

He ya valla komşuda gördüm ilk defa bu kadar özendim, ben de hemen üye oldum. Belkim soran olur cevaplarız...

Top oynamam lazım...

Başlık cins olabilir ama üç haftadır maç yapmayan bir futbol aşığı olarak depresyona girmek üzereyim. Benim haftanın geri kalan ksımını ruh sağlığım yerinde geçirebilmem için sağımın solumun ağrıması, ter atmam, iki topa vurmam, duruma göre iki top tutmam lazım... Öbür türlü asabi oluyorum, agresif takılıyorum, sıkıntı yapıyorum, kilo alıyorum, kaşıntı bile oluyor...

Şaka bir yana benim maç yapmam lazım, öbür türlü psikolojim bozulacak...

1 Aralık 2010 Çarşamba

Behzat Ç. Bir Ankara Polisiyesi- 2

Bu haftaki bölümün bitmesine kala yine behzat kendi iç çatışmalarından birini yaşıyor. Bir yandan sevdiği kadının da kendisine karşı boş olmadığını biliyor, ama kendisi olmuş mesleği ile evli olunamayacağı öngörüsü onu delirtiyor. Az önce parçaladığı telsizi de bunun bir göstergesi; lanet olsun mesleğime diyor lanet olsun akademiye giren o ayaklara... Mesleği ile arasında o kadar saydam ve ince bir çizgi var ki...

Ya da en başa gelelim tekrar, mesleğini tam anlamı ile yerine getirme uğruna kendi yönetimlerini kullanan bir insanın aslında özünde iyi olmasına rağmen karakterinde yaşadığı erezyon daha doğru olur bu durum için. Ve bu erozyon çevresindekilerin ondan soğumasına ve ondan uzaklaşmasına nede oluyor. Kötüleri yakalamak için kötüleşen ve sonunda iyi olmayı unutan ya da hiç bir zaman iyi olmak için uğraşmayan bu adam bu kimi zaman kabaran vurdumduymazlığı yüzünden gençlik aşkını kaybediyor, yine mesleği gereği ailesi cesetler ve mesai arkadaşları olan Behzat ailesinden oluyor, hayatta en sevdiği kadın olan Berna intihar ediyor ve şimdi de gençlik aşkı ile yeni ikinci "bahar"ını yaşamak isterken bir kez daha hayal kırıklığı yaşıyor.

En iyi yaptığı şey aslında onun lanetinden başka bir şey değil, Behzat Ç kötülüklerle uğraşırken kötü kalmamayı başaramayan bir polis...

Şimdi bunları neden yazdım ben de bilmiyorum, ama bu adamda kendimden fazlasıyla bir şey buluyorum, büyük ihtimalle de hayatta yapmış olduğumuz seçilerin bizi nereye götürdüğü ile alakalı olsa gerek...

Bitirişi yine bir replikten vereyim : Benimle ilgili hiçbir şeyi de ben istemedim..."

25 Kasım 2010 Perşembe

Behzat Ç. Bir Ankara Polisiyesi

Şİmdi yazacaklarım tabi ki dizinin reklamını yapmak değil, umarım herkes izlemez ama dizi ayınlanmaya devam eder, zira Arka Sokaklar gibi maymuna dönmesinden endişe ediyorum. Benim ertesi günü bilmem ne vizesi olan bir öğrenci olarak burada şimdi bunu yazıyor olmamın nedeni, dizi ile aramda kendi çapımda bir bağ olduğunu hissetmem ya da gerçekten öyle bir bağ olduğu gerçeği... Ve bu kadar gereksiz bir cümle kuruyo olmam da ayrı bir konu.

Behzat Ç. Bir Ankara Polisiyesi, bir bölümünü tesadüfen izlediğim ve sonrasında bütün bölümlerien baştan izleyerek dün dokuzuncu bölümünü izlediğim ve tam anlamı ile hayranı olduğum bir dizi. Tabi ki dizi çok saçma bulanlar da olabilir ama liseden beri başından itibaren izledğim ender dizilerden biri olma özelliği göstermekte.

Karakter analizinden yola çıkmyacağım tabi bunu yapmayı, olur da ne imiş la bu eşkinin dilinden düşürmediği dizi diye izlemeyi düşünen sizlere bırakıyorum. Benim asıl üstünde durmak istediğim bu dizinin fragmanında geçen konuşma, hatta bir yerden bulup paylaşacağım sizinle aklıma geldi anında...

En hoşuma giden sözü buradan çıkıyor, "hep sorular sordular cevaplarını merak etmediler", "iyi misin dediler bir kere bile gerçekten nasılsın demeden"

Ve yine bir Behzat Ç. alıntısı ile bitirmek istiyorum;


"...iyiler ilk görüşte tanınmaz."

http://www.startv.com.tr/webtv/iyiler-ilk-goruste-taninmaz-1869.html?WebTVKategoriID=50

8 Kasım 2010 Pazartesi

İdealler... Yansımalar...

Okulda son senenin ortasına yaklaşırken idealler ve yansımalar şeklinde iki dünya arasında gidip gelmenin ağırlığını taşıyorum. Bir yandan üniversitede kalıp akademisyen olmak diğer yandan paranın sesine kulak verip özel sektör duy sesimi deyü söylenmek. Artıları eksileri herkesçe malum olasa da, bunları kefeleme durumunda kararsız kaldım. Gerçekten kafamda başarabileceğime inandığım şeyin peşinden her şeyi göze alarak koşmalı mıyım? Yoksa daha yüksek bir hayat standartı için ideallerden vaz mı geçmeliyim? Hayatımın geriye kalan bilmem kaç on yılını etkileyecek bir karar verme arifesinde sadece aklıma güvenemiyorum... Bir el atan olursa sevineceğim...

Tanıyan ya da tanımayan misafirlere sormak istiyorum; acaba sizin bu konuda düşünceleriniz nedir?

2 Kasım 2010 Salı

Syntax Error

Başlık her ne kadar kodlama ile alakalı bir hatadan bahsetse de bendeki sorunlar loop'a sarmış kodlama gibi bilgisayarın içi yanacak az sonra. Ne demek istediğimi bilgisayarla alakalı kişiler anlarlar. Bu saatte yatağımdan uzunca süre bir sağa bir sola döndükten sonra bilgisayarı açıp az biraz blog karıştırmak için kalkıyorsam, sıkıntı var demektir. Sıkıntılıca pek sıkıntılıca...

Ne desem ne yazsam şu anda çokça sallıyor olabilirim. Misaifr bloglardan birinde anımsadığım gibi şu baca temizlik olayına girişmek lazım. Çok fazla kuruntu tıkadı beynimi, çok fazla soru içerisinde ziyadesi ile meşgul ediyor ve beyin yanmak üzere...

Bir yandan gönüllülükten zorunluluğa terfi edildiğim ve içinde bazen fazlasıyla yalnız hissettiğim Rtc uygulamaları ve bu uygulama içerisinde çevereden yeterli desteği alamamak...

Diğer yandan son sınıf olmanın getirdiği idealler ve duygusal! lıklar arasında gidip gelen bir bünyenin yaşadığı gel gitler...

Herkesin kendisine pek bir fazla gelen akılları ile tasladıkları bilmişlikler...

Sınıftakilerin çoğunun maalesef son sınıf öğrencisine göre hala zeka seviyelerinde bir gelişim olamaması ve liseden kalma saçma yorumlamalar...

Kavramlar arasında yakınlar ile artan görüş farklılıkları ve bu konuda ortak bir sonuca ulaşamamanın getirdiği ağırlık...

Evet insanları bu aralar küçümsüyor olabilir çünkü değer verilecek pek kişi kalmadı gibi duruyor lakin umutluyum hala. Nitelikili insanlarla daha fazla beraber olabilmenin bir ümidi var içimde.

Ve daha da sevindirici olanı dışarıdan bakıldığında "saf"ı oynayan bazı tanıdıkların aslında nitelikli olduğunu ve potansiyellerini bir şekilde dışarı çıkardığını görmek... Bu konuda çok ciddiyim aslında dışarıdan safa yatan bir takım arkadaşların aslında gayet ciddi ve olgun olduğunu görmek sevindirici... Tabi onların da kendien göre sıkıntıları olması üzücü.

Sonuç olarak debug sırasında hataların hangi satırda olduğunu görebiliyorum ama kodların arasına yeteri kadar girememekten ya da belki de bana göre olmamasından hatayı çözemiyorum...

O değil de karnım acıktı ve geçen hafta hocanın yarın için yüksek ihtimalli quizine daha bakmadım...

Demin de çay koydum demliğe misafir bekliyorum benliğe...

19 Ağustos 2010 Perşembe

Süper Ligde Gezici Reklam Panolarına Veda... mı?

50li yıllardan günümüze ulaşan yeşil sahalarda forma üzerine reklam alma modası bu sene süper ligimizde sekteye uğradı. Turkcell'in sponsorluklarını çekmesi üzerine dımdızlar kalan özellikle Anadolu kulüplerinin forması ayrı bir çekici olmaya başladı bu arada.

Üç büyüklerin tam anlamıyla reklam panosu olarak yer aldığı süper ligimizde böyle boş formları görmek bi yandan insanı mutlu ederken diyer yandan haksız rekabet sorunsalını da beraberinde getiriyor. Önü, arkası, sağı, solu reklam içinde takım formaları görsel açıdan ne kadar tatsız olduğunu bir bilseler.

Bu sene şu ana kadar görünen tablo o ki; Birkaç büyük kulüp hariç, sadece 5 ya da 6 takımda forma önü sponsoru var... Onlar da tadımlık...

Dilek o ki şu gereksiz ama duygusal forma sponsorlukları daha bir disiplinli ve ciddi bir şekilde yürütülür. Bazı kulüplerin 3er tane varken, bu sene doğrudan Şampiyonlar ligine gidip Avrupa arenasına çıkacak Bursaspor'un hiç olmaması da az biraz komik ironik...

Bu son yayın ihalesinden sonra takımların alacakları paralar ikiye katlandığında ve en kötü takımın bile hatrı sayılır bir gelire sahip olacağına göre... Şu sponsporluklardan kurtulunsa ne de güzel olacak... En azından gerçekten iyi paralar olmadığı sürece bilboardlara benzeyen formalar istemiyoruz!!!

Sanal mıyız gerçek mi?

Geyik amaçlı sosyal mesaj aromalı bir sitede dün denk geldiğim trendler kısmından gerçekten inceleme konusu olacak bir in out tespiti paylaşmak istiyorum.

"Herhangi bir yerden üyelik alırken isim soyisim hanesine 'sadasd' 'xuxux' yazıp özel yaşamı gizlemek OUT
Facebook'ta Twitter'da her yediği haltı yazmak, yetinmeyip fotoğraflarını koymak IN !"

Sözlükler, arkadaşlık siteleri, bloglar kendimizi saklamaya çalışırken; Facebook'ta kendimizi sonuna kadar ifşa etmekten çekinmiyoruz. Şimdi sorulması gereken geliyor... Kendimizi nerede gerçek nerede sanal olarak nitelendiriyoruz? Nerede kendimiz olurken nerede beklentilere göre hareket etmenin dayanılmaz ağırlığı altında eziliyoruz? Söylediklerimizin üstümüze etiket olup yapışmasındansa kendimizi başka türlü rumuzlayıp biz olmayan bir karakterde kendimizi buluyoruz.

İnsanlar tanımadıkları insanlarla konuşurken ya da şu andaki gibi bir şekilde iletişimin bir parçasını gerçekleştirirken algılama potansiyellerini daha fazla kullanıyorlar gibime geliyor. En azından bu durum benim için böyle ve benim gibi düşünenler olduğuna eminim. Yabancı ile konuşmanın rahalığını başka birinden bulmak kimi zaman çok zor hatta imkansız, bu sevgili ya da anne ya da x bir tanıdık bile olsa bu şekilde işliyor ne yazık ki...

Olmamız gerekmediği gibi olmanın getirdiği göreli özgürlük bu oluyor. Şimdi yarın gündüzünde yine olması gerektiği gibi kendime yüklenen ödevleri yerine getirirken, gecenin cömert ev sahipliğinde "ben" olabileceğim... Eşki limon tadında......

18 Ağustos 2010 Çarşamba

Ülkemizdeki yıldız takıntısı

Ne yazık ki geçtiğimiz ayda bir kez daha karşılaştığım ve doğruluğunu teyit ettiğim tespit; ülkemizdeki yıldız takıntısı. Kaç zamandır bakıyorum haber sitelerindeki yorumlara, hep bir yıldız oyuncu almama sonucu öfke seli hakim. Hele bu Beşiktaş'ın son Guti Guti pense ve Q7 transferleri sonrası dile dolanır oldu; "Bize yıldız lazım yıldız lazım..." Anlamadığım nokta futbolun uzay boşluğunda değil yeşil sahalarda oynanmakta. Sanarsın ki galaksi oluşturmaya çalışıyor futbol kulüpleri lakin şampiyonluklar filan bu şekilde gelmiyor. Yıldızlar ne işe yarar onun ayrımını bilmek lazım. Evet maç kazandırır, tribünlere oynar onları ateşler, çoşturur. Kritik bir anda ara pası ya da şık bir çalım ve sonuca götürür. Yani bazı oyunlarda görülen şekli ile "key member of the squad" dır ve ara sıra
kilitleri açar. Ama kilitleri açmalık kaç maç oynar bizim Türk kulüpleri ona bakalım.

En fazla bahçe kapısının asma kilidi kadar bir yer için bu kadar anahtar adamlara gerek olmadığı konsundayım. Transferlere yapılan bilmem ne kadar milyon euro harcamalardan sonra hala ortaya çıkan hayal kırıklıkları bizleri akıllandırmamış durumda. Galatasaray'ın EUFA kupasını aldığı zaman adı duyulmuş en azından benim duyduğum bir Hagi'si bir de Taffarel'i vardı Gerisi hangi takımdaydı ne idi bilmiyoum, hatırlamıyorum.

Her takımın tabi ki yıldızlara ihtiyacı vardrı ama daha önemlisi tam randımanlı görev adamlarına ihtiyacı vardır. Yıldız yıldız diye tutturanlar 4,5M euroya Cana, ya da belki daha fazlasına alınan Fenerbahçe transferi Baroni... Şimdi bu adamlar yıldız değiller zaten bu yüzden de transfer edilmediler ama şu ikisi bie Necip kadar oynayabildiler mi?

Takımlara yıldızlardan ziyade yıldız olmaya aday hırslı yetenekler almak lazım. Artık günümüz futbolu da bu yolda gidiyor istisnalar hariç. Kulüplerin yıldız tkaıntılarına haracadıkları paralar yerine bu kaynakları öz kaynak yaratmada kullanmaya çalışıp altyapı kuvvetlendirmelerine gidilmesi bir an önce olması gereken. Her sene değişen kadrolar yerine daha kemikleşmiş, oturaklı oyuncularla daha kaliteli bir futbol keyfi bizleri bekleyecektir diye düşünmekteyim.

Yıldız diye peşlerinden koştuklarımız da ancak deniz yıldızı olur.

17 Ağustos 2010 Salı

12 Eylül için Evet'çi bir yaklaşım ve Fanatik Hayırcılar

12 eylül referendumu öncesi arkadaş arası sohbetlerde ilgili konu bazı bazı geçmekte, evet mi desek hayır mı cinsinden bireyler arası mahalle baskısı su yüzünde... Dün kankalardan biri ile otururken konu bir şekilde oraya geldi ve evet mi hayır mı tartışması başladı. Ben hala evet mi hayır mı ya karar verememişken, arkadaş ben "evet basacağım" dedi, sebep diye klasik sorumu sordum. Bu seçimi yaparken ki eğilimlerini merak ettim. Zira rasyonel bir şekilde düşünüldüğünde evet ya da hayır demek kişinin düşüncesine göre şekillenebilir ve ben de bunu tetikleyen nedeni merak ettiğimden böyle bir soru sorma ihtiyacı hissettim. Şimdi anayasaya genel bir göz atmaya çalışırken konular ile ilgili teknik açıdan beni alakadar edecek bir şey yok ilk etepta. Tabi uzun vadede anaysa değişikliği kime yarar kime zarar orasını karıştırmamak lazım.

Neyse konumuza dönersek; ben evet basacağım dedi çünkü sonucu evet olacak hayır da versem diye sürdürdü. Ana!!!! Nası yani!!! Düz mantık, ben ne oy verirsem vereyim zaten sonuç belli bu yüzden evet diyeceğim nasıl bir argümandır bilemedim ama iyi bakalım hayırlısı diye kapattım konuyu.

Bizimkileri saymıyorum bile akşam oturumları sonunda aldıkları karar hayır da hayır... Zaten devam ediyorlar dünyanın en iyi anayasası da olsa her şeyi verse yine hayır. Bu da başka bir hatalı fikir ama fazla uzatmadan he he deyip geçiyoruz. Bir tarafta ne olduğunu bilmeden sonuç belli deyip kündeye yatancılar, diğer yanda gerçek bir sebepleri olmadan yetersiz bilgi ile inadım inat malum yerler iki kanatçılar.

Ben mi? Daha karar vermedim... Zaten versem de burada söylemenin anlamı yok zira eller havaya oylaması değildi. Ama evet hayır tartışmaları bir değişik çizgide yol alıyor.

5 Ağustos 2010 Perşembe

Rome, Spartacus ve Bugünün Seksüel Yapısı


Tarih ile alakalı her türlü programı özellikle de antik döneme doğru giderkene özel bir ilgi ile izlemekteyim. Son dönemlerde adı duyulan iki dizi Rome ve Spartacus: Blood and Sand adlı diziler de tabi ki takibimden kaçmadı. Rome adlı dizide lejyonerler içerisindeli iki ana kahraman üstünden konu anlatımı varken, Spartacus'da esir alınıp gladyatör yapılan bir Trakyalı asker başrolde. Konuları vermekten ziyade asıl ilgimi çeken kısımların Roma aristokrasisinin sapkınlıklardan sapkınlık seçerek uygulamaları, tabi sapkınlık olarak değerlendirirken bunu günümüz bakış açısı ile yapıyorum. Günümüzde hala tabu olarak yer alan eşcinsellik kavramının Roma dönemi açılımları oldukça iddaalı bir çalışma olmuş dizilerde.

Her türlü lezbiyen, ensest, oğlancılık olarak tanımlanan günümüzde sapkınlık, yoldan sapma olarak değerlendirilen bir çok ilişki o günler için oldukça sıradan. Toplum hiyararşisinde statü içerisinde bile kadınların ikinci dereceden muamele gördüğü ama sınıfsal farklılıkların daha da belirginleştiği bir dönem Roma zamanı. Her türlü seksüel fantezinin bir şekilde olurunu bulduğu köle kavramının çok amaçlı hizmette sanırı tanımama ilkesi ile çalıştığı bir uygarlık.

Günümüze niye geldim derseniz, özellikle bu seksüel yapı içerisinde o günlerden bu günlere gelen bu eşcinsellik kavramı biraz fazla büyütülüp ayıplanmakta. Sanki bakıldığında belki de günümüzde çok daha azalan bir durum içerisinde. O zamanın aristokrasisine denk gelebilecek bugünün jet sosyetesi içerisinde ya da o zamanın normal toplumunda bile yadırganmayan çoğu fantezi günümüzde minimize edilmiş ve çok büyük cezalandırmalar ile karşı karşıya bastırılmış.

Bu bastırılmaya gelirsek de, acaba toplum cinsellike alakalı tabuları yıksa Roma dönemine geri dönecek bir marjinallik içerisine mi gireriz? yoksa evrimleşme sürecimizde artık bu tür cinsel fanteziler azalmaya mı başladı?

4 Ağustos 2010 Çarşamba

Akr(b)aba

3. tekillerin aile içi ilişkilerini genel olarak bilememekle beraber, yakınımdaki birkaç kişiden yola çıkarak söyleyebilirim ki, yoğun bir akra bağında sahip olmanın götürüsü avantajlarından daha çok olmaya başladı.

Ben bu kadar çıkarcı, her şeyi kendine yontan ve kendilerini fasulye gibi nimetten sayan insanı bir arada görmedim. Neresinden koparsak da yolumuzu bulsak diye akbabalardan farkı kalmadı onların, sıcak bir öğle vakti tepemizde uçuşuyorlar tadında...

Özeniyorum bazı bazı millet kuzeni ile içmelerde, yurt dışı tatillerde vs... Benim oturup misafirliğe gidebilecek bir kuzenim var; onun da çenesini çekmek zorunda kalmak insanı yoruyor kimi zaman. O kadar geniş bir toplulukta, kafana göre birini bulamamanın sıkntısı gerçekten çok fazla, bunun tanımını yapmak biraz zor. Tecrübe edilerek anlaşılan şeylerden, ve tavsiye etmiyoruz...

Öyle yani okuyucu; sen şimdi ne diyor bu düdük makarnası filan diyorsundur ama ben de vakit geçirip, çok da güzel anlaşıp kanka kıvamında edinebileceğim kuzenler filan istiyorum. Böyle çakal akrabalardan bıktım...

3 Ağustos 2010 Salı

Futbolun Şifreleri


Bu dönem içerisinde futbol ile okuduğum iki kitaptan, futbola dair yeterli şeyi bulduğum Futbolun Şifreleri adlı kitap sonrası bu yazıyı yazma ihtiyacı hissettim. Yanlış transfer politikaları popüler olana eğilim furyasının en somut örneği olduğu şu günlerde böyle bir kitap okumak düşüncelerimi pekiştirirken, bu kitabı yönetim yoksunu kulüp yöneticilerine yollamak istemekteyim. Önce kitabın içeriğinden bahsedelim.

Simon Kuper ve Stefan Szymanski tarafından yazılmış bu kitapta aslında çoğu bilinçli futbol severin akıllarından geçirdikleri var. Kulüplerin gelişini, transfer politakalarındaki yanlışlar... Hem sportif hem ekonomik başarıya giden yolda yapılması gerekenler ya da yapılmış olanlar... Daha sonraki sayfalarda milli takımlar düzeyinde ve insanların davranışlarında futbolun etkisi konu alınmış. Futbol sadece futbol değildir tam anlamıyle bu kitaota yer etmiş durumda. İngiltere'nin niye mili takımlar düzeyinde başarısız olduğu ya da aslında başarısız olup olmadığı, diğer takımların başarı dereceleri ilgili istatistiksel verilerle incelenerek gözler önüne sunulmuş.

Futbolun saha dışındaki faktörleri ve etkileri üzerine farklı bir çalışma okumak mümkün Futbol Şifrelerinde. Alışagelmiş futbol muhabbetlerinden çok daha fazlası, mantıklı ve bilimsel bir şekilde sunuluyor. Tek eleştirilebilecek yanı örneklerin çoğunu İngiltere üzerinden vermiş olması. Arada bir kıta Avrupa'sına değinse de ağırlıklı olarak İngiliz kulüplerinden yola çıkıyor ve bir yerden sonra bu kadar İngiltede baymadı mı diye sorabiliyorsunuz. Ama bunun da açıklaması olarak yoğun istatistiksel verileri toplama ve bunları değerlendirme sırasından İngiltere'den yararlanılmış olması olaiblir. Zira dünyanın geri kalanında buna benzer bir araştırma serisi gerçekleştirilmemiş olabilir.

Alın okuyun tavsiye edilir meraklılarına, futbolun kendisi ve çevresi ile ilişkilerini daha yakından takip etmek edebilmek için ideal bir kitap olarak duruyor.

31 Mayıs 2010 Pazartesi

Eurovision 2010 ardından


Bir Eurovision'u daha geride bırakırken genel bir durum değerlendirmesi yapmadan geçmek olmazdı diye düşünmekteyim. Bilindiği üzere Almanya'nın birinciliği ardından Ülkemiz ikinci sırada yer aldı ve milli bir başarı kıvamında adından söz ettirildi. Yarışmanın siyasi boyutu bir kenara oylamalar sonundaki sıralamaya haber yorumlarında ve sözlüklerde eleştiriler artarak artınca benim de yazma hakkım oldu kendimce. Çoğu kişi Almanya'nın Lena'sı sempatikliği ile birinci oldu derken, bir grup da hakkımız yendi dırdırları ile olayı yorumladı.

Oylamalarda 50 puanlık bir kayıp yaşamış bile olsak, ikinci sırada olmamız pek şaşırtıcı değildi aslında. Yarı finallerde aklımda kalan bir kaç ülke vardı topu topu; Sırbistan'ın Balkan havası, Yunanistan'ın kemençeli parçası, Ermenistan'ın Malatya esintisi ve İspanya'nın palyaço kareografisi akıllarda kalanlardı. Almanya'nın direkt finale gitmesi nedeni ile canlı performansını izlemek nasip olmadı ama yarı finaller sonunda gösterilen bir Fransa ve Almanya kliplerinden sonra bir iki fikir edinmiş oldum. Fransa'nın Dale don dale kıvamlı erotik klibi ile popüler bir tarz yakalamaya çalışılırken, Almanya'nın birinciliği gözümde olasılıklarını arttırmıştı zaten.


Bir pop şarkısı ile katılan Almanya'nın listede üstlere oynayacağı tahminlerden ve olasılıklardan uzak değildi ve yarışmanın tek rock grubu olan Manga ile kapışabilecek kalitedeki ender parçalardan biri idi. Nitekim Manga'nın Türkiye'ye dönüşünde Ferman'ın açıklamasında Almanya'nın parçası için Avrupa'da bazı ülkelerde hitlist'lerde yukarları zorlayan bir şarkısı var yorumunda bulundu. Kendisi ile tespitlerimiz aynı olduğu için mutlu oldum tabi ki... Evet Ferman'ın da dediği gibi Lena'nın uydusunu normal durumda piyasaya koysan toplistlere ilk 10'dan diret giriş yapabilecek tarzdaydı ki sonuçta bunun kanıdı kanımca.

Manga'nın gözümdeki yeri tabi ki bir rock sever olarak birincilikti ama popun hala rock'tan tercih edilebilir olması nedeni ile ikincilik de oldukça başarılı bir sıralama oldu diyebilrim. Kareografi bakımından belki daha tatmin edici bir çalışma olabilirdi zira robotumuz şarkının büyük bir bölümünde hareketsiz kaldı, sonlara doğru açıldı saçıldı.

Ermenistan'ın kayısılı şarkısı ezgisel olarak kulakta güzel izler bıraksa da finalde Eva Rivas'ın sesi detone oldu gibi geldi ki bu bir handikaptı onlar için. Siyasi göndermelerini artık her platformda kullanmaya çalışmaları da kabak tadı vermiş ve iplenmemeye başlamış durumda.

Sonuç olarak Manga'nın yarışmadaki özgün tarzı, söz ve ezgisel uyumu ile gönüllerin birincisi! olduğu gerçeği ile karşı karşıyayız.

29 Mayıs 2010 Cumartesi

Üniversitenin çöküşü


Evet tam olarak zihnimde gerçekleşen bu; üniversitenin çöküşü. Doğru tanım değil belki ama ilk akla geleni, kale surlarının top atışları ile darma duman olması gibi üniversite de mahiyetini bu şekilde yitirmekte gözlerimin önünde. Geçtiğimiz sayısı lazım değil seneler gösterdi ki bu ülkede üniversite denen şey aslında içi boş bir sıfır. Daha doğrusu çok işe arıyor ama çok niteliksiz, tabi ki bunu sadece bir kaç üniversite gözleminden yola çıkarak yapıyorum ama İstanbul'daki üniversitelerden okkalı olanları böyleyse istisnalar hariç %90 böyledir diyorum, diyeceğim. Aslında bu eleştiriyi sadece kendi okulumun kendi bölmü için yapmam belki daha sağlıklı olabilirdi ama üniversite adı altında okutulanlar ve okuyanların niteliklerine bakınca isyanım büyüde de büyüdü.

Bir hoca ki derslerde anlattıklarının %80'den fazlası kitabın aynısı olsun. Yabancı dil dırdırı yapan hocaların eh işte ingilizceleri ve konuşma özürlü olmalarını düşünün. Dersin yabancı dil ile işlenmesi göze alarak gelen bilmem kaç öğrencinin ama dersler Türkçe olsun tripleri ile karşılaşılsın. Öyle bir bölüm düşünün ki yine hocaları soru hazırlamaktan aciz olsun ve bilmem nerenin üniversitesinin internete koyduğu sorulara çökmeye çalışsın. Hocalar kitabın aynısında başka hiçbir şey katmasın. Evet böyle de bir bölümde okuyorum... Hocaların balon egolarının öğrencilere havadan bakmak için kullanıldığı, sadece not için yüze gülümsemelerin olduğu, sınıfın yarısından çoğunun kendini fasulye gibi nimetten saydığı ve mezunların çok vasıfsız ama not ortamaları bilmem kaç olan insanlar olacağı bir bölümde okuyorum, ne acı...

Ey bölüm hocası; prof ya da doçent ya da ne olmuş, bilmem kaç sene okulda kalıp akademik kariyerine devam eden ilim irfan yuvasının en naif insanı... Gözünü seveyim biraz yaratıcı ol, az biraz araştırmacı ol, anlattıkların ilgi çeksin kitapların aynısını anlatma ki kitaptan bir farkın olsun, basit dört işlemi yaparken sonucu yazmak için elindeki not kağıdına 2 dk takılıp kalan hoca lütfen soru sorulduğunda öğrencilerine bilmem kaçıncı sınıfa hala bunu mu soruyorsunuz diye laf sokmaya kalkma, az hoca ol da soruları başka yerlerden çalma iki soru da kendin üret.

Ey bütün bölüm hocaları bize bilgiyi verirken nasıl kullanacağımıza da gösterin ki ilerisi için bizi aydınlatsın. Zira bilgiye ulaşmakta bir zorluk yok günümüzde, siz bize nasıl kullanılacak bunu gösterin biz gerisini hallederiz. Bize her hafta yazılı ödevler verin ki araştırmaya teşvik olalım, yazımız yorumlama yeteğimiz artsın, kitaptan direkt anlatmayın ki derslere daha çok girelim sizin de motivasyonunuz artsın.

Daha anlatacak çok şey var tabi ama daha öğrencilere geçmedim bile mesela. Onlara da ayrı değineceğim -belki-. Balık baştan kokuyorsa ilk iş hocalarındır diye düşünürkene bu yazıyı okuyacak herkese teşekkür ediyorum. Beni altın değerindeki yorumlarınızdan esirgemeyin değerli okur...

LiMe LiMe



Tekrarlanınca ne olduğu tartışılır bir duruma geliyor lime lime, tabi burada ne anlamda kullanıldığını ben bile bilmekte zorlanmaktayım. Aslında her şey lisede bir ders arasında başladı. Bilgisayar lab'ında çılgınlar gibi oynanan "soldat" adlı oyunda karakter seçeneklerinde renkle ilgili bölümde vardı lime. Tabi ki o bildiğimiz ekşi limonun yeşilinin rengiydi ama bana rumuzum için ilham verdi. Bir yineleme çalışması ile lime lime oldu ve İngilizce anlamın Türkçe yorumlaması ile ortaya değişik bir netice çıktı... Çok da güzel oldu hemencecik yeşillenip sarpa saracağım buraları. Konuşacak o kadar şey var ki yada ben öyle sanıyorum.

Bir önsöz kıvamındaki bu yazının amacı blogun sürecinde neler olacağı konusunda bilgilendirmek. Bu blogan bir şey beklemeyin, tabi ki size bir şey katacaktır ama hayatın anlamnı verecek mi bakalım diye girmeyin bu siteye, bol bol eleştirin beni zira eleştiri iyidir ufku genişletir. Ne uğruşıcam bununla deyü sallamamazlık yapmayın sakın. Laf dalaşına da girin, emin olun en kısa sürede cevabı vereceğimdir. Yazılar bir sürü boş beleş olacak, zaten nitelikli yazsam burada ne işim var giderim kitap yazarım. Yine de okunmak isteyen aciz bi dilenciyim, öğrenmek için dilenen bir dilenci. Hani karşılaşınca limon yiyen biri görmüş gibi yüzün hafif bir ekşilik almasına neden olacak cinsten.

Neyse uzatmadan lime lime olacak buralar çok da güzel olacak, hatta oldu bile bakın...